Türkiye dünya konjonktürünün kökten sarsıldığı 1990’larda, yani SSCB’nin yıkılıp çift kutuplu dünya düzeni çöktüğü dönemlerde bir değişim sarmalına girdi. Bu değişim, çift kutuplu dünya düzeni şartlarında kendisine temsil alanı bulmakta zorlanmış sosyolojik/siyasi kesimlerin sahneye çıkması için de çatlaklar oluşturdu. Küreselleşme ise enformasyon devrimi gibi bu süreci destekleyen olanaklar sağlıyordu.
Türkiye, Soğuk Savaş döneminin getirdiği koşullar altında şekillenmiş, suni denebilecek siyasi ve kamusal bir alana sahipti. Sivil alanlar da ya müesses nizamın bir kopyası haline gelmiş ya da marjinalleştirilmişti. Deyim yerindeyse, toplumsal gerçeklik ile temsil alanları arasında büyük bir uyumsuzluk vardı. Vesayet pratikleri bu uyumsuzluğun temel nedeniydi.
Bu değişim dalgasını önlemeye dönük ilk tepki 28 Şubat postmodern darbesi olmuştur. 28 Şubat, aslen hem ekonomik alanda, hem de siyasi ölçekte müesses nizamı bütün olarak korumaya dönük yapıldı. Öyle umuldu ki, kaba kuvvet kullanılarak yapılan baskılama faaliyeti dünyadaki gelişimlerin Türkiye’ye yansımalarını önler. Türkiye içinde mini bir Soğuk Savaş laboratuvarı oluşturarak bir süre daha zaman durdurulmak istenmişti.
Oysa bu mümkün değildi. Toplumsal gerçekliğin ve taleplerin üst yapıları etkilemesini önlemek, ancak kısıtlı bir zaman için, olağanüstü şartlar altında mümkün olabilir. O denge durumunda bile değişim örtülü devam eder ve uygun şartları gözler.
Bu şekilde, büyük bir kısmı muhafazakâr olan bir toplumsal kesim, kendi taleplerini üstlenecek aktörleri aramaya ve bulmaya başladı. AK Parti’nin başlattığı hareket bu ihtiyaca denk geliyordu.
1990’larda bozulan dünya düzeni henüz yenisiyle yer değiştirmiş değil. Kararsız ve yıkıcı bir geçiş döneminin içindeyiz. Aslında, ABD toplumu da 2002’de Türkiye “ötekilerinin” verdiği tepkiyi son seçimlerde Trump’ı tercih ederek verdi. Bu yerleşik düzene karşı alt/orta sınıf isyanıydı. Ancak oradaki, dünyanın merkez yerleşik düzeni olduğu için, ABD’deki değişim hem daha sıkıntılı, hem de daha uzun sürecek. Lakin Trump azledilse veya ABD tarihinde tek dönemle “işi biten” ilk başkan olsa da, bu değişim ihtiyacı ortadan kalmayacak. Ya kendisine itibarlı, uygun bir siyasi aktör bulacak ve o kanaldan ilerleyecek ya da radikalleşerek daha sert bir sürece evrilecek.
Diyebilirim ki, 1990’ların başından ve özellikle 2002’den beri önemli ilerlemeler katettiği bu değişim sürecinde Türkiye, ABD ve Avrupa’dan çok daha pozitif durumdadır.
Avrupa’da ise henüz böyle bir aktör dahi çıkmamıştır. Herhalde kimse Macron’a bu payeyi vermeyecektir.
Hasılı, Türkiye kendi değişim ihtiyacını şiddetsiz bir şekilde, mümkün olan en az hasarla Sayın Erdoğan ve AK Parti üzerinden karşılamış, ilk dönemini de bitirmiş görünüyor.
Bunca saldırı altında bu büyük bir başarıdır.
Yeni dönemin en kritik işlevi bu manada normalleşme ve bu değişim sürecine diğer sosyolojik sınıfların da paydaş olmasını sağlamak olmalıdır. Bu amaç bir oy toplama faaliyetinden öte, ortak bir Yeni Türkiye tahayyülünü oluşturmakla başarılabilir. 200 yıldır bu ortak vatan ve ortak üst amaçlar hedefine saldırı altındayız. Böl/yönet stratejisi üzerimizde belli bir oranda başarılı olmuştur. “Yerli ve milli” anlayış derken, eski tür bir asabiyeyi, bir grubun hâkimiyetini değil, bu ortaklaşmayı ima ediyoruz.
Esasında 15 Temmuz bu birleşmenin alt yapısı için en önemli bilinci oluşturdu. CHP ve liderinin 15 Temmuz’a saldırısı bu birleşmeyi önlemeye dönük bilinçli bir stratejidir.
Tıpkı 28 Şubat ve sonrasındaki sayısız girişim gibi, bu son çırpınışlar da temel irade olan millet ve zamanın engeline takılacaktır.